Mankurt Söylencesi ve Özeleştiri...


 Mankurt Söylencesi ve Özeleştiri.


»Atatürk’ü okudukça ona karşı hayranlığım artıyor.
Atatürk devrimleri benim ilham kaynağımdır.«
Diyen, Cengiz Aytmatov'un Anısına Saygıyla.

I.
Son günlerde internet sitelerini adeta işgal eden, Kırgız’ın ve Türk dünyasının büyük yazarı Cengiz Aytmatov’un Roman kahramanından söz etmek gerekiyor. Gerçi ben, bir önce ki yazımda bu roman kahramanından söz ederken, kendi iç dünyamı yargılamıştım. Dışa dönük yargılamaları ise eleştirmiştim. Bu yazıda ise, eleştiri yerine bir anlatım gelecek. Nayman Ana olayını aktaracağım.

Benim bir önceki yazımda sözünü ettiğim benlik olayını şöyle açmak istiyorum. Yerel kültürden nasibini alamayan, ulusal kültürü kavrayamaz. Ulusal kültürden haberi olmayan da evrensel düşünceye erişemez. İşte büyük yazar, Kırgızlı Cengiz Aytmatov bunu dünyaya anlatıyor. Cengiz Aytmatov’u okuduğun zaman, bir yayla rüzgârı serinliğini duyarsın. Biraz ilerlersen, yer yer acı biber tadını, öfke ve sevinç gibi verileri yakalamak en güzel duygudur.

Cengiz Aytmatov’un insanlık dünyasında, tartışmalar yaratan, hangi alanda bakarsan bak o alanda söz söyleyene dilmaçlık yapmasını beceren, söylencenin yazını bu ana maddesine ekleyelim.

Sözünü ettiğim roman, kendi bünyesinde “Mankurt ve Mankurtlaşmak” kavramını aktaran söylenceyi içinde barındırıyor. Evet; Cem Yayınevince, “Gün Uzar Yüzyıl Olur”, Ötüken Yayınevince “Gün Olur Asra Bedel” adıyla Türkçe’ye çevrildi. Sovyet döneminde romana konulamayan bir bölümde Ötüken Yayınevi’nce “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adıyla romana konulmuştur.

Gelelim romanın konusuna:

Roman Kırgızistan’ın kuş uçmaz kervan geçmez, Sarı Özek bozkırındaki bir demiryolu istasyonunda görevli 2. Dünya savaşı gazisi Yediğey’in bir günlük yaşamını anlatır. Geriye gidişlerle yüzlerce sayfalık romana dönüşen bu asra bedel günde, Yediğey’in anılarına, geçmişine, iç dünyasına yolculuk vardır. Yediğey, Stalin döneminin sert uygulamalarına, acımasız tasfiyelere toplu katliamlara tanık olmuş, feleğin çemberinden geçmiş, sosyalist ama Türklüğünü, ulusal köklerini unutmamış bir tip olarak sunulur.

Romandaki uzun günde Yediğey’in vefat eden arkadaşı, Kazangap bir mezarlığa defnedilecektir. Şehirde yaşayan oğlu Sabitcan cenaze töreninin bir an önce bitmesini ve şehre dönmeyi düşünmektedir. Kökenini, ulusal bilincini kaybetmiş, Ruslaşmaya çalışan bir tip olarak romanda sunulur. Yediğey, arkadaşı Kazangap’ın Türklerce kutsal kabul edilen Nayman Ana Gömütlüğü’ne defnedilmesini istemektedir.

Nayman Ana Gömütlüğünün de bulunduğu alan yasak bölgedir. Çünkü Rus uzay istasyonu vardır. Cenaze ile birlikte gömütlüğe yaklaşan Yediğey’in başında bulunduğu grubu Rus askerleri engeller. Yediğey askerlerin komutanının Kırgız olduğunu öğrenince sevinir. Heyecanla subaya Kırgızca, derdini anlatmaya çalışır. Subayın yanıtı kamçı gibi Yediğey’in yüzünde şaklar: “Yoldaş Rusça konuş!” Yediğey içinden “Bu da Sabitcan gibi Mankurtlaşmış” diye düşünür.

Uzay Üssünün yakınına, tel örgülerin dışına cenaze defnedilir. Yediğey, bildiği kadarıyla imamlık yapar, cenaze namazını kıldırır.

Roman içinde geçen Mankurt söylencesine dönersek, “Çok eski dönemlerde Kırgızların ve diğer Türk boylarının komşusu olan Juan Juanlar tutsak aldıkları savaş esirlerinin saçlarını usturayla kazıdıktan sonra kafalarına yaş deve derisinden bir başlık geçirip çöle salarlar. Çöl sıcağında geçen süre içinde kuruyan deve derisi tutsağın kafasını mengene misali sıkar. Korkunç acılar verir. Saçlar kuruyan deve derisinden başlığın etkisiyle kafatasına doğru gelişir. Tutsakların birçoğu korkunç acılara ve kızgın çöle dayanamaz, ölürler. Yaşayanlar ise bilinçlerini kaybederler. Hafızaları sıfırlanır silinir. Geçmişlerini, ailesini, obasını ulusal köklerini unutur. Benliklerini kaybederler. Bu, kafası boş, bedenleri sağlam tutsaklar efendilerine köle itaatiyle bağlanırlar. En ağır işlerde çalıştırılırlar. Deve çobanı olurlar. Onlar artık, birer Mankurt olmuştur.”

Peki, bu Nayman Ana kimdir?  Bakın işte roman bu söylenceyi de aktarıyor.
Kırgız halkı arasında bir ermiş olarak kabul edilen Nayman Ana, Bir Mankurt anasıdır. İşte sözü edilen o çağlarda, yani o eski çağlarda Nayman Ana’nın oğlu Juan Juanlara tutsak düşer. Yukarıda sözü edilen işkencelerden sonra Mankurt olan oğlunu kurtarmak için, bütün gücüyle mücadele eder.

Evet, Nayman Ana denilen kadın, oğlu, Mankurtlaşan bir kadındır. Kadın ana bütün bir zamanını çölde Mankurtlaşan oğlunu aramayla geçirir. Nayman Ana, uzun bir arayıştan sonra tutsak oğlunun izini bulur. Bu bir başarıdır, olay bundan sonra, gelişim gösterir. Nayman Ana, oğlunu yeniden kazanmak için, oğlunun bulunduğu çölde ana yüreğiyle, ana bilinciyle mücadele verir.

Çölde oğluna, geçmişini hatırlaması için, elinden gelen ne varsa ortaya koyar. Ana sıcaklığını kullanarak, oğlunun Mankurtluktan dönüp kendine, kendi öz benliğine gelmesi için çabalar. Ne yapsa boşunadır. Bütün çabaları boşa gitmiştir Nayman Ana’nın. Çünkü Mankurtluğun dönüşü mümkün değildir. Mankurt olan oğlu tanımadığı bu kadının elinden kurtulmak için, efendisine yaranmak uğruna, anasını ok atarak öldürür,

Mankurtlaşan oğul elinden ölen, Nayman Ana’nın defnedildiği yerin adı Nayman Ana mezarlığıdır. Bu mezarlık, tüm Kırgızlarca kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul edilir. Efsanesi de kuşaktan kuşağa günümüze ulaşır.”

Nayman Ana gömütlüğünde yatanlar Mankurtların elinden ölenlerin mezarlığıdır.

II
Günümüzde gözle görülen somut gelişmeleri gazete köşelerine taşıyan yazar dostların arasına bende katılmak istedim. Bende karınca kararınca bu konu hakkında yazılan yazılara ek niteliğini taşıyan bu makaleyi yazıyorum.

Daha önceleri »Yabancılaşma« adlı küçük bir şiirimde kendi benliğimi işlemiştim. Detaylı yargılamalar sonucunda kendi kimliğimi irdeleyen ikinci bir şiiri yazmıştım. »Ben Bir Gurbet Çocuğuyum« Bu şiir benim kendi dünyama dönüşümün habercisi olduğunu söyleyebilirim. Bu gelişmenin sonucunda kendi yöremi işlemeye çabalamıştım. Kendi köyümü, kendi türkülerimi, kendi ozanlarımı, kendi masallarımı teker teker toplayıp arşivime doldurdum. Bunlar benim varlığımdı, bunlar benim hazinelerimdi. Bunlar benim geçmişim ve geleceğimdi. Bunu böyle not etmiştim.

Haklı ya da haksız tüm gerekçeleri bir sonra ki güne ertelemiştim. Bu erteleme beni bir başka alana taşıdı. Artık, ben kendi düşüncemin, kendi kültürümün ve kendi dünyamın insanı olmaya çabalıyordum. Dışarıdan gelen tüm dürtüleri itiyordum. Bir başkasının yorumuyla dünyaya bakmıyordum. Yalan da olsa, yanlış da olsa her şeyi kendim yorumluyordum.

Bu davranış biçimi bana ne kazandırdı? Bu davranış biçimi bana öz benliğimi yani kimliğimi ve kişiliğimi kazandırdı. Benim kendi benliğimi bulmama yardımcı oldu.

Bana bu kimliği, Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov öğretti.  Değerli yazar Cengiz Aytmatov’un 1980 yılında kaleme aldığı ”Gün Olur Asra »Yüz Yıla« Bedel” romanını okuyunca, öz değerlerimin ne kadar güzel olduğunu öğrendim. Roman içinde geçen acıklı bir hikâyeyi gündeme taşıyalım.

Mankurt Söylencesi »Efsanesi«

Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar'ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek'i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar'ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esire yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış.

Önce esrin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş.

Buna »Deri geçirme işkencesi« derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir MANKURT »Kurt Adam« yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Kanımca »Mankafa« sözü Mankurt ismiyle ilintili olabilir.

Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer Mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.

Juan-Juanlar’ın bir tutsağı Mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir Mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş onlar için. Bununla birlikte bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş.

Efsane böyle anlatır. Ana - Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. »Ana-Beyit« ana barınağı, ana huzuru' demektir. Sarı-Özek'in kızgın güneşine 'Mankurt' olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalıların saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar'ın işkencenin beşinci günü »sağ kalan var mı«? Diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yiyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir Mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar'ın arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir Mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.

Bir Mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama Mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek'in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir Mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir Mankurt birkaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden bozkırda kalabilirmiş.  Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş...

Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. Cengiz Aytmatov “Gün Olur Asra (Yüz Yıla) Bedel”

Bu söylenceyi konu edinen bir de film izlemiştim. Yıllar önce. Aklımda kalan sahneler ise, bir ya da birkaç sahne değil. Gözümü kapatıp, düşüncemle film sahnelerine uzandığım zaman, filmin tamamını anımsayabiliyorum. Çok etkilemişti beni o zamanlar.

Evet, söylence bu, şimdi, eline kalem alan, bu söylenceyi örnek göstererek ve yandaşları olmasını istedikleri kişileri, gurupları eleştiriyorlar. Dahası, kendi yanında olması gereken ve olmayanları eleştirirken bu söylencede geçen Mankurt adını vererek betimliyorlar.

Bu eleştiri yelpazesini açabildiğin karar açabilirsin. Hayal etmenin sınırı yoktur. İşin özü, hiç kimse kendi kendini eleştirmiyor. Özeleştiri en güzel eleştiridir. İstedim ki bu da benimle başlasın.

Her yazı yazan kendi düşüncesiyle yükümlüdür. Kim neyi nasıl anlatırsa anlatsın... Ben, bu söylenceyle kendi kendimi eleştirdim. Yukarıda da değindiğim gibi, kendi benliğimi nasıl bulduğumu söyledim.

Sanırım bir başkasını bu söylenceyle yargılamak doğru olmamalı. Her insan bu söylenceyi okuyunca, kendi kendisini yargılamalı.  Kanımca doğrular böyle bulunur.

Şunu da eklemek yerinde olur, hiçbir insanın kendi kişisel çıkarları için Mankurt hazırlamasına gerek yok. Çünkü Mankurtların ömrü sınırlıdır.


Orhan Bahçıvan

Not:
Bu yazı 2007 yılında kaleme alındı, bazı gazete ve internet sayfalarında yayımlandı.


 



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kiziroğlu Mustafa Bey...

Göleli Ferman Baba, »Fermani Kızılateş«

Köroğlu Destanı Kars, Göle Anlatımı...